Prof.Dr. Kadir Cangızbay: "Kısacası devlet, insan türü açısından mutlak bir zorunluluk olmadığı gibi..."Prof.Dr. Kadir Cangızbay / MakaleDevlet ve devlet türleri üzerinde düşünmek, konuşmak veya yazmak söz konusu olduğunda , insanın bir an dahi aklından çıkartmaması gereken husus, ne devletin kendisinin ne de şu ya da bu türünün ‘Allahın emri' olmadığıdır. Ne, başlangıçta devlet vardı, ne de sonuna/sonsuza kadar devletin var olacağının garantisi vardır. Ayrıca, hükümet etmenin kendi başına özerk bir fonksiyon olmaktan çıkıp insanların (toplumların) kendi varlıklarını devam ettirebilmeleri için karşılamak zorunda oldukları ihtiyaçların neler olacağı ve nasıl giderileceği konusunda karar verme işleminin doğrudan doğruya ihtiyaç sahiplerince gerçekleştirildiği bir sistemin, insan haysiyeti açısından en ‘iyi' devletten de kat be kat daha hayırlı olduğu açıktır. Kısacası devlet, insan türü açısından mutlak bir zorunluluk olmadığı gibi, kendisini tercihe şayan kılacak herhangi bir etik dayanağı da bulunmayan bir örgütlenme biçimidir. Genel olarak devletin kendisi için bunları söylüyorsak, devletin münferit modelleri (çokuluslu devlet, ulus-devlet, üniter devlet, federal vb...) için de aynı şeyleri hem de çok daha fazla altını çizerek söylemiş olacağımız da açıktır: Devletin kendisi tarih ötesi bir varlık ve bizatihi bir değer değil iken, her hangi bir devlet modelini dokunulmaz/tartışılmaz bir kutsallık konumundaymış gibi görüp göstermek aynı anda hem psişik, hem de entelektüel çiftli bir maluliyete delalet, siyaseten de en kara ve en kabasından bir despotizme tekabül eder. Ancak, günümüzdeki ulus-devlet ve devletin üniterliği ekseninde yapılan tartışmalar, verilen beyanatlar ve çekilen nutuklara baktığımızda oldukça yaygın bir cehaletle de karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkar: Adam, ulus-devletten veya ulusun tekliğinden söz etmekte, ama ulus ile kavim arasındaki farktan bihaber ya da üniter devlet derken tasvir edip kutsadığı tam tamına monist bir kilise-devlet, hem de laiklik adına; bireylerin laik olabileceği, laikliğin bir hayat tarzı olduğu ve de laik devletin belirli bir hayat tarzını herkese dayatabileceği zehabı içinde. Önce şunu bilelim -ki bir kere öğrenildi miydi de, akıldan kolay kolay çıkmaz; zira, Türk Millî Eğitimi tornasından çıkmışlığımız ölçüsünde oldukça şaşırtıcı; ama, çok da ufuk açıcı-: Örneğin Fransa'da halkı Fransız halkını oluşturan bir çok kavimden hiç biri Fransız adını taşımaz; yani, Fransa'da Fransız diye bir kavim yoktur. Fransız, belirli bir kavmin değil, ulusun adı ve doğrudan doğruya Fransalı anlamına gelir. Evet, o coğrafyanın Galya'dan Fransa'ya evrilmesinde Frank istilası, tabiî ki belirleyicidir: Ülkenin adı önce Frankistan anlamında Frankiya/França olmuş, ama bizim zarif İstanbul Türkçe'miz misali, ne fazlasıyla şamatacı ‘şe'li ‘ça'lılığa, ne de ‘ka'lı ‘ku'lu kabalığa cevaz veren Fransızca -aynı bir kelimenin İtalyanca'da ‘çezare', Almanca'da ise ‘kayzer' olurken, Fransızca'da ‘sezar'a dönüştüğünü, bizim de bu kelimeyi işte bu haliyle dilimize aldığımızı hatırlayalım- , Frankiya'yı da França'yı da Fransa(France-Frans)'ya dönüştürürken, o toprakları vatan bilip şenlendiren her kavimden insanı da Fransalılık (Français/Fransız) temelinde eşitleyip ulusallaştırmıştır. Bu arada şunu da unutmayalım ki, Fransa'da birileri çıkıp da bidayetteki Frank istilasına atfen, kendisi Atafrank adını alırken, Norman'dan Bask'ına, Bröton'undan Alzaslı'sına Oksitan'ından Bearnlı'sına bütün Fransızları (Fransalıları) "ne mutlu Frankım diyene" demeye zorlasa ve Fransa Genel Kurmay Başkanı da bu sözü söylemeyenleri kendilerine karşı savaşılıp yok edilecek düşmanlar olarak ilan etseydi bugün ne Fransız diye bir ulus, dolayısıya ne de Fransa diye bir ulus-devlet olurdu: Ulus, çevresindeki ve/ya da kendileriyle iç içe yaşadığı diğer kavimleri boyunduruk altına alan, onları yok sayan veya şu ya da bu şekilde (soykırım, tehcir, asimilasyon vb...) yok eden kavim demek değil, kavimsel mensubiyetlerin hukuk bazında ve sosyo-ekonomik ilişkiler bağlamında belirleyici olmaktan çıktığı devletin halkına verilen addır. Yukarıda Fransa temelinde bir örneklendirme yapmış olmakla birlikte, birer ulus adı olarak İspanyol ve İtalyan kelimelerinin de her hangi bir münferit kavime işaret ediyor olmayıp doğrudan doğruya İspanyalı ve İtalyalı anlamına geldiklerini de ilave edelim. Bu arada, kendileri doğrudan doğruya Cermen olmanın ötesinde Alman'ın da en hası olan Alzaslıların -zira, boylarının adı Alaman'dır- tümüyle Fransız ulusuna dahil olmaları, Büyük Devrim sonrası feodal beylerin ayrıcalıklarının kaldırılması üzerine Mulhouse Cumhuriyeti'nin kendi arzusuyla Fransa'ya iltihak etmesiyle tamamlanmış, bugüne kadar Almanca'nın bir lehçesi olan kendi dillerini kullanmaya ve bu dilde öğretim yapmaya devam ettikleri, yani kendi etno-kültürel özelliklerini kaybetmedikleri halde, 1871'de III. Napolyon'nun Almanlara yenilmesi üzerine Alzas-Loren Alman İmparatorluğu'na bağlandığında da Almanlaşmayı kabûl etmeyip, önemli bir bölüm itibariyle Fransız topraklarına göç etmiş ve 1914'e kadar Almanya'ya karşı bir İntikam Savaşı'nın en ateşli savunucuları olmuşlardır: Ulus, etnik köken birliğini gerektirmediği ve etnik köken ortaklığı aynı ulustan olmaya yetmediği gibi, etno-kültürel kimliğin muhafaza edilmesi -yani, asimile olmamak- herhangi bir ulusla bütünleşmeye engel olur diye de bir şey yoktur. Tabiî bu, kavimsellik üstü bir varlık olması hasebiyle, ulus kesinlikle kavimsel heterojenlik temelinde kurulur demek de değildir: Alman ulusu, bütün Jermanik unsurları kuşatmaz; ama, kendisi Jermaniklik temelinde neredeyse mutlak bir homojenlik gösterir ve buradaki devletin federal olması, onu bir ulus-devlet olmaktan çıkartmaz: Devletin federal veya üniter olması ile ulus-devlet olup olmaması arasında doğrudan hiçbir bağ yoktur. Ayrıca bir ulus-devlet , federal değilde üniter olduğu halde federal bir devletten çok daha çoğulculukçu olabilir: İtalya üniter ulus-devletin Tiroller bölgesinde kamu hizmeti veren müesseselerde görev almak Almanca bilmek şartına bağlı, Fransa'yla sınır Val d'Aosta bölgesinde ise İtalyacanın yanı sıra Fransızca da herkes için zorunlu ilk öğretim dilidir. Hakeza İspanya da üniter, yani federal olmayan bir devlettir; ancak yörelere göre yerel dillerin bazılarına da ‘eş-resmîlik' (co-oficialidad) tanınmıştır. Ancak, hiçbir yerde hiçbir zaman mükemmelen tutarlı evrensel bir çözüm modeli bulunamayacağına bir örnek olsun diye şunu da bilginize sunayım: İspanya'da eş-resmî diller vardır ama, her İspanyol vatandaşının İspanyolca bilmesi de doğrudan doğruya anayasada belirtilmiş bir zorunluluktur. Bu noktada artık şunu söyleyebiliriz ki, ulus-devlet tek bir kavim üzerinden tanımlayıp düzenlendiği ölçüde etnik problemlerle karşılaşması, ancak daha da önemlisi, aslında kaynağı hiç de etno-kültürel olmayan sıkıntıların etno-kültürel bir problematik içine yerleştirilip gerçekteki niteliklerinin kamufle edilmesi hiç de şaşılacak bir durum değildir. ‘Her kavime kendi ulus-devleti' gibi bir formülün pratikteki imkansızlığının yanı sıra, böyle bir yola tevessül etmenin ister istemez beraberinde yeni soykırımlar, tehcirler, inkarlar ve asimilasyon teşebbüslerini de getireceği açıktır. Meseleye Türkiye özelinde baktığımızda ise, son zamanlarda pek bir popülerleşen ‘açılım'lar modasının, aslında toplumu demokratikleştirip insanı özgürleştirecek bir yol değil, ulus-devletin insanlığa en büyük hediyesi olan ‘vatandaş' kavramını kendi içinden parçalarken, insanların kendi kendilerini ancak belirli kategoriler çerçevesinde tanımlayıp cemaatler halinde sürüleşmelerine yol açabileceğini mutlaka belirtmek gerekir. Yapılması gereken, teker teker aleviye, kürde, türbanlıya-çarşaflıya, kadına, eşcinsele, gayri-müslime vb... açılmak değil, vatandaş statüsünün her türlü farklılığa gerçekten eşit derecede açık hale getirilmesidir. Bu yolda atılacak ilk adım ise, fiiliyatta en fazla Kürtlere, ancak ilke bazında hepimize karşı konulmuş bir siyasete katılma yasağı olarak yüzde 10 barajının tümüyle kaldırılıp, tek bir oyun bile boşa gitmemesini sağlayacak millî bakiyeli bir seçim sisteminin getirilmesidir: Yüzde 10 barajının altında kalacak bir partiye oy verdiğimde, (o an için ve o hakkım itibariyle) T.C. vatandaşlığı dışına atılmış olmaktayımdır. Yapılması en kolay şey de olduğu için ilk sırada saydığımız bu hususun yanı sıra ‘vatandaş' statüsünün fiilen herkese eşit derecede açık kılınmasının olmazsa olmaz koşulu durumundaki laiklik ilkesine temelden aykırı bir kurum olarak Diyanet İşleri'nin devletin tekelinden çıkartılması, tabiî bu arada programında Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kaldırılması da var diye parti kapatmaya cevaz veren siyasal partiler kanunun değiştirilmesi gibi tedbirler aracılığıyladır ki, "artık ulus-devletler çağı geçti" teraneleri eşliğinde sanki dinler, kültürler, medeniyetler birer gerçek kişiymiş de kavga/çatışma da, dolayısıyla diyalog, uzlaşma ve barışma da yine bunlar arasında olacakmış gibi göstererek dikkatleri kapitalist sömürü sisteminden uzaklaştırıp, kültürel çoğulculuk görünümü altında insanları İnsan kavramının ve evrensel ideallerin çok uzağında etrafa serpiştirilmiş ekmek kırıntılarını kapmak üzere birbirini boğazlayan egoist böcekçiklere dönüştürme peşindeki post-modern hokkabazlıklara yem olmaktan şu ya da bu ölçüde kurtarmak mümkün olabilir.
Demokratik açılıma asıl nereden başlamalı Önce ‘Kürt açılımı' dediler, olmadı; araya ‘kardeşlik ve millî birlik-beraberlik projesi' konuldu, onun yanı sıra da ‘demokratik açılım'. ‘Açılım'cılar Kürt'le başlar, ‘demokratik'te karar kılarlar; ama, yüzde 10 barajı yüzünden seçmenin yüzde 26'sıyla Meclis'in yüzde 66'sının kapatılabildiği; oyların yüzde 45'i, seçmenin de yüzde 60'ının Meclis'e tek bir temsilci gönderemeyebildiği bir ülkeyizdir ve bu durum onları hiç mi hiç ilgilendirmez. Ne ön seçim vardır, ne de liste üzerinde tercihte bulunma hakkı; parti lideri nihaî tek seçici; tek ilke ise, lidere biad/itaattır; zira, akçeli işleri de kapsayan milletvekili dokunulmazlığı gerçekten çok büyük bir imtiyazdır, elde etmek/elden kaçırmamak için pek çok şeyden feragat edilebilecek derecede. Parti yeterli çoğunluğa ulaştığında ise, lider artık tam bir monark konumundadır: Hangi yasa çıkartılıp, devletin/meclisin, herhangi bir ‘özerk' kurumun veya en kıytırığından bir belediyenin başına kim getirilecek, hangi ihale kime verilip kime ne kadar vergi cezası verilecek; hepsi liderin iki dudağı arasında. Eğer bu, ‘seçilmişlerin demokratik iktidarı' ise, "daha fazla demokrasi" diyenin kastettiği de olsa olsa daha fazla monarşi/otokrasi olabilir. -Kürsüdeki hariç- bütün dokunulmazlıkların kaldırılması; siyasî partiler ve seçim yasalarının değiştirilip barajın sıfırlanması; ön seçim, tercihli oy ve millî bakiye gibi mekanizmaların hayata geçirilmesi: Demokratikleşme diyorsak, ilk yapılacak olan, işte bunlar. Ayrıca, yüzde 10 barajı antidemokratik olmanın ötesinde, Kürtlerin Kürt olarak/kalarak Meclis'e girmesini engelleme yönünde işleyen hem ırkçı, hem de bölücü bir düzenlemedir. Bu baraj, aynı zamanda siyasete siyaset dışından (silahlı-silahsız) her türlü müdahaleye zemin hazırlayan bir mekanizmadır da: Alınan oy ile bunun Meclis'e yansıması arasındaki fark ne kadar büyükse, rejimin demokratik meşruiyeti de işte o kadar zayıflamış olacaktır. Temsildeki adaletsizliğe bir de parti içi demokrasi yokluğunu ekleyin, Meclis'teki sayısal üstünlük, demokratik meşruiyet eksikliğine dönüşür; ki, bu da her türlü darbe/müdahale düşünce, tasarı ve girişimi için en mümbit zemini oluşturur: Yüzde 66 ile yüzde 26 arasındaki yüzde 40'lık fark, Meclis dışı güçlerin, kendisini tümüyle ya da kısmen doldurmaya yeltenecekleri bir eksi-meşruiyet alanı durumundadır. Mevcut seçim sistemiyle siyasal partiler kanununu değiştirip milletvekili dokunulmazlığını sınırlandırmak: Bunlar için, değil yeni bir anayasa, en ufak bir anayasa değişikliği bile gerekiyor değildir. Maksat gerçekten demokratikleşmeyse, işe hemen buradan başlamak, sadece mümkün değil, aynı zamanda çok da kolaydır: En yeminli muhalifler dahil, hemen hiç kimse karşı çıkmaya pek cesaret edemez. Ancak, söylem düzeyinde darbe anayasasının değiştirilmesine odaklanıldığı ölçüde, darbenin getirdiği düzenin sorgulanması geri plana itilmiş olacaktır: Halka siyaset, emekçilere de sendikalaşma yasağı (nüfus 40 milyon iken sendikalı sayısı 2,5 milyon, şimdi 850 bin); en az yüzde 50'si kayıt dışı bir ekonomi; özelleştirme, taşeronlaşma vs... aracılığıyla ve milyonlarca ‘terör göçmeni' sayesinde, toplumsal çatışmaların eksenini kaçak, sigortasız, güvencesiz ve can güvenliksiz çalışanlarla, daha kötüsüne de razı işsizler arasına kaydırıp etnik renklere de boyayan tam bir ‘korsan' kapitalizmi; yani darbeyi yaptırtanların bile rüyalarını aşan bir neo-liberalizm. Darbe, en çok büyük/merkez sermayeyi mutlu eder: Vehbi Koç Kenan Evren'e destek mektubu yazarken, TİSK Başkanı Halit Narin'in darbeden sonra işçilere/sendikalara ilk söylediği "bugüne kadar siz güldünüz, bundan sonra biz güleceğiz" olur. İşçilerin/emekçilerin ve sermaye sahibi olmayan toplum kesimlerinin darbeden paylarına düşen ise, sendikalarının kapatılması, grevlerinin yasaklanması, kıdem tazminatlarının azaltılması, izin sürelerinin kısaltılması, örgütlenme ve sendikalaşma haklarının kısıtlanması olur; ki, bunlardan hiç biri doğrudan doğruya askere nema sağlayan tasarruflar ve düzenlemeler değildir: Kapitalist, varoluşsal bir zorunluluk olarak, yani yok olmamak için kârını maksimize etmenin peşindedir; bürokrat için ise böyle bir şey yoktur, makûl bir rüşvet ona yeter. 12 Eylül'ün TÜSİAD sermayesinin önüne açtığı yol o kadar geniştir ki, Melih Gökçek'in şehrin içinden geçirdiği 6-7 şeritli otoyollar misali, sokakta yürümeyi dahi öğrenemeden dört çekerli jiplerin üzerine tüneyen varoş kaçkınlarının şerit falan tanımaksızın her türlü cambazlığı yapacakları, şerit tanımazlıkları ölçüsünde de yol yordam bilenler karşısında üstünlük kazanacakları bir devir açılır. Gayri-nizamî nizamînin, kayıt-dışı kayıtlının önüne geçerken çevre de merkezin geleneksel alanlarını işgal etmeye başlar: Kendileri darbe sayesinde yükselmişlerdir; ama darbe kendileri için yapılmış değildir; dolayısıyla kendilerini darbecilere hiç de borçlu hissedecek değillerdir Yeni bir anayasanın yapılmasını mümkün kılacak koşullara ne kadar yakınız veya uzağız konusundan tümüyle bağımsız olarak şunu da not edelim: Demokrasi, anayasa -isterse en demokratiği olsun- üzerinden ısmarlama bir şekilde kurulabilecek bir şey olmadığı gibi, en köklü demokrasi olarak bilinen İngiltere'nin de yazılı bir anayasası bile yoktur. Şöyle de söyleyebiliriz: Demokrasi, önceden tasarlanmış ideal bir çerçevenin içi doldurularak kurulacak bir yapı değil, mevcut çerçevenin dar geldiği an ve noktaları itibariyle yıkılıp aşılması şeklinde gerçekleşebilecek bir süreçtir. Adı ister ‘demokratik açılım' ya da ‘Kürt açılımı' olsun, ister ‘kardeşlik ve millî birlik bütünlük projesi', burada yapılmak istenen -daha doğrusu yapılmak istenmiş olan- , askerî yoldan çökertilemeyen PKK'yı, diplomatik manevralarla da desteklenmiş bir halkla ilişkiler kampanyasıyla tasfiye etmektir; yani, çeyrek yüzyıllık paradigmada hiçbir değişiklik yapmaksızın: Bütün kötülüklerin başı PKK'dır; ne şekilde olursa olsun ortadan bir kaldırılabilse her şey düzelecektir. Kandil'den inişler için ABD'nin Erbil yönetimi üzerindeki nüfuzundan yararlanılacak, Türkiye'dekilere ise din kardeşliğinin de yedeğinde TRT-6, Ahmede Hani'ye bir iki atıf, Ahmet Kaya'ya mezar, birkaç köyle kasabaya Kürtçe ad, Şivan Perver'den konser vb... türünden birkaç rüşvet/sadaka yetip de artacaktır bile... Bu plan tabiî ki yürümez: PKK sadece bir örgütten ibaret olmadığı gibi, PKKlılık da siyasî-askerî boyutlarının çok çok ötesinde, toplumsal-kültürel bir olgudur da. Polise taş atan çocuklar "bunu para karşılığı/kandırılarak yapıyorlar"a inansanız bile, -onca yoksunluk ve yoksulluğa rağmen- daha 6-7 yaşlarından beri polisin Nevruz'da dağıttığı şekerleri yıllardır niye almıyorlar dersiniz? PKK'yı örgüt olarak tasfiye edip, PKK siyaseti güdenlerin tümünü hapse atsanız bile, devletin şekerini-çikolatasını reddeden çocukları analarının karnına geri sokamazsınız ve de onlar büyüdüler/büyüyecekler. Bu durumda yapılacak şey, toplum mühendisliğine soyunmuş bazı aklıevvellerin tavsiye ettiği gibi ‘güvercinlerin önünü açmak üzere' PKK'nın kitle tabanının üzerine gitmek değil, Türkiye'de siyasetin topyekûn silahsızlandırılması, yani eli/beli silahlı olmanın siyaset üzerinde belirleyici olmaktan çıkartılmasıdır; ki, bunun hem zorunlu hem de ilk koşulu da askerin siyaseti bırakmasıdır. Ama, ne asker "siyaseti bırak" demekle siyaseti, ne de PKK "silahını bırak" demekle silah bırakır. Bu noktada söyleyeceğimiz ise şudur: Siyaset alanı, halkın bütününe/bütün fikirlere öylesine açılmalıdır ki, bu alana girebilmek için insanlar silaha sarılmak/sarılanların gölgesine sığınmak zorunda kalmasın; halk tarafından da öylesine tıka basa doldurulsun ki, eli/beli silahlılar bu alana sızıp kendilerine bir yol/yer açma imkânı bulamasın. Askerî yönetimlerin demokratik olamayacağı, askerlerin rejim üzerindeki vesayetinin de kabûl edilemez olduğu açıktır; ancak, yönetimin sivil olması da demokratikliğin garantisi değildir: III.Napolyon veya Hitler, yani en eblehinden en canisine, halkın oyuyla iktidara gelmiş pek çok sivil diktatör vardır ve de bu yolda hem en tehlikeli hem de en sık kullanılan yöntem, insanları ya ‘evet' ya da ‘hayır' demeye mecbur tutan referandumdur. Sivilleşmeyi demokratikleşmeyle özdeşleştirip, siyaseti de asker-sivil karşıtlığı üzerinden formüle etmek ise, sermayedar-işçi/işsiz çelişkisini maskelemenin en ucuz, ancak askerin darbe, müdahale, muhtıra vb... konusunda iyicene sabıkalı olması yüzünden de bizde etkili olma ihtimali en yüksek olan yoludur. Hele, sivilleşme adına askerin siyaset üzerindeki etkisini başka bir silahlı güçle kırmaya yeltenmek olağanüstü rizikoludur: Sivilleşen, savaşın kendisi de olabilir; yani, siviller arası (iç) savaş (guerre civile; civil war). Sivilleşmenin aynı zamanda demokratikleşme de demek olmasının ise tek koşulu vardır: Siyaset alanının son noktasına kadar halka açılması; yani, yetersiz ama zorunlu bir ilk adım olarak sıfır barajlı, ‘millî bakiye'li, ön seçimli, tercih sıralamalı bir seçim sistemi ve dokunulmazlıkların kaldırılıp milletvekilliğinin genel başkanın iki dudağı arasına sıkışmış imtiyazlı bir statü olmaktan çıkartılması. Bunların yanı sıra, seçim bölgelerinin, seçmenin milletvekili adaylarını yakından tanıyıp, seçildiklerinde icraatları hakkında kendilerinden hesap sormalarını mümkün kılacak boyutlarda belirlenmesi, dönem bitmeden vekaletin geri alınması yolunun açılması, sadece gerçek bir demokrasinin gerekleri olmayıp, aynı zamanda demokrasinin kendisini korumanın en etkili yollarıdır da: Seçilmemişleri Meclis'e müdahaleden caydırma konusunda, hiçbir yasal/anayasal düzenleme, seçen ile seçilen arasındaki bağın doğrudanlığı ve sıkılığı kadar etkili olamaz. Son olarak şunu da belirtelim ki, ‘millî bakiye'li sistem, bir yandan temsilde tam bir adalet sağlamak suretiyle demokrasiyi derinleştirirken, diğer yandan da, kendisinin tam anlamıyla işleyebilmesi açısından ‘Türkiye Milletvekilliği' şeklinde yeni bir statünün ihdasını zorunlu kılarak, o pek özlenen millî birlik-beraberliğin tesisine de çok büyük katkıda bulunacaktır. Kaynak: STRATEJİKBOYUT DERGİSİ 4.SAYI |
8522 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |