Çelikten yapılı Devletin zırhlı aracına taş atmak veya eylemlere katılıp polislere taş attıkları gerekçesiyle daha çocuk yaşta "terörist"...UluslararasıBaran Tursun Vakfı-Baransav Kurucu Başkanı Mehmet Tursun'un konuşma metni Hoşgeldiniz, bizleri dinlemeye geldiğiniz için teşekkür erderim. Hükümetler tarafından verilen ‘katil olma' yetkisiyle "dur-vur" şeklinde çocuklarımız her ne kadar polisler ve askerler tarafından öldürülüyorsa da, esasında bu çocuklarımız Devlet tarafından katledilmektedir. Ülkemizde sık sık rastlanan, şidet yanlısı kurumlar tarafından organize edilen ve bunu polisin ‘makro' şidetti şeklinde uygulanan utanç duvarlarını dahi zorlayan bir polis terörü uygulanmaktadır. Oysa yaşam hakkı, demokrasilerde, hiçbir biçimde sınırlandırılması düşünülemeyecek bir haktır, bu yaşam hakkımızı, Her hangi bir Devletin her hangi bir organıyla tartışma konusu yapmamız söz konusu değildir, kendi devletimizin organları da buna dahildir. İşkencenin bile olağan sayıldığı bir ortamda polis terörünü normal saymak Türkiye'ye has bir trajedidir, zira bu terörü besleyen Devletin ya kendisidir ya da organlarıdır. Polis şiddetine karşı hukuki tedbirlerdeki iyileşmeler ve aksamaların tespiti, yaşam hakkı, toplumsal barış ve dayanışma kültürünün benimsenmesi ve yaygınlaşması halk tarafından algılanmadığı sürece ve bu algıları Devlet erkanı üzerine baskı unsuru oluşturmadığı sürece, yaşam biçimimizi terörize eden polis uygulamalarından kurtulma olasılığımız azdır. Keyfi göz altıların "sıradan" bir uygulamaya dönüştüğü bu ülkede, gözaltında ölümleri de sıradan hale getirmiştir. Gözaltında öldürme olayları olağan saymak, ilkel kabile Devletlerinde bile olağan değilken bizim ülkemizde niye olağan olsun? PVSK uygulamalarına başlandığı 2007'den beri, dışarıda öldürülenleri başka yere not etsek bile, karakollarda başka bir deyimle Devletin teminatı altındayken öldürülenlerin sayısı 24'tür. İki yılda polis karakollarında 24 kişi öldürmeyi olağan saymak ahlaksızlık değilmi dir? En temel hak, insanın yaşama hakkıdır, yaşama hakkı topluma, onun siyasal örgütlenmesi olan devlete, ciddi ve ağır görevler yüklemektedir. Bu ciddi ve ağır görevler Devlet tarafından algılandığını sanmıyoruz. Devlet topluma adeta savaş açmış durumda, "ÇOCUKLAR" - Çelikten yapılı Devletin zırhlı aracına taş atmak veya eylemlere katılıp polislere taş attıkları gerekçesiyle daha çocuk yaşta "terörist" muamelesi gören çocukların durumunu olağandan saymak ahlaksızlıktır. İsrail'in Filistin çocuklarına yaptıklarını feryatlarla dile getiren ahlaksızlar ve utanmazlar, kendi ülkesinde 10-12 yaşlarında ki çocukların cebinde limon var diye, elleri terli veya kirli diye, o minik minik çocukları çocuk mahkemelerinde yargılatmamayı olağandan sayan aynı ahlaksız ve utanmazlardır. Mecliste grubu bulunan bir partimizin değerli genel başkanının dediği gibi, ‘bu fırıldaklar' Uluslararası kamuoyu nezdinde ciddiye alınmıyorlar. Bu ‘fırıldakları' bizler de ciddiye almıyoruz, bunları adam yerine dahi koymuyoruz. *** Türkiye'de yargı sorunu; Ülkemizde polis şiddeti dışında birde yargı problemi yaşıyoruz, Yargıçların adaleti, Hükümetin demokrasiyi algılamamasının sorununu yaşıyoruz. Ben artık hakim oldum, lay lay lom, istediğim kararı veririm, lay lay lom" zihniyetiyle karar veren bir yargıc, vermiş olduğu kararın adil ve evrensel normlara uyup uymadığını sorgulamaksızın, 'yargı karar vermiştir, tartışılacak bir konu bulunmamaktadır' söylemi bir aldatmacadan ibarettir. Bu çok yanlış bir yaklaşım olup, adil olmayan bir yargıcın, adil olmayan kararlar vermesini teşvik etmesinden başka bir yaklaşım değildir. Son yıllarda evrensel hukuktan uzak, adaletten uzak verilen kararlarıyla ülke hukukunu nasıl bir çıkmaza soktuklarını ve itibarsız hale getirdiklerini hepimiz şahidiz. Bu kararlarıyla ülke hukukunu itibarsız hale getirmekle kalınmamış, aynı zamanda adaletten ve hukuktan uzak verilen kararlar sonucunda hazineyi de milyonlarca lira tazminat ödemeye mahkum ettirmişlerdir. Bizim vergilerimizin çok önemli bir bölümü yargının hukuksuz kararlarından dolayı ödenen tazminatlara gidiyor, bunun kabul edilir bir yanı bulunmamaktadır. Devlete karşı ve devletin işlediği suçlara yargının farklı bakışı, Türkiye'de yargının düştüğü açmazı ve itibarsızlığı beraberinde getiriyor. Yargı, evrensel hukuktan ve adaletten uzaklaştıkça toplum vicdanında itibarsızlaşıyor. Toplum vicdanını bir tarafa bıraksak bile, kendi aralarında dahi bir güven bunalımı yaşandığı günümüzde mahkemenin mahkemeye, yargıcın yargıca güvenmediği bir ortamda vatandaşların bunlara güvenmesi gerektiğini söylemek, vatandaşa hakaretle eş değerdedir. Hakim, hakime güvenmiyorsa, biz vatandaş olarak, o hakime neden güvenelim? Davalı Devlet olduğunda, Adaletin terazisi de devletten yana dönüyor. Yaşam hakları ihlal edilenlerin davalarına ve seyrine baktığımızda hukuksuzluk ve adaletsizlik olağan hale getirildiğini ve bunun da yargı eliyle yapıldığını görüyoruz. Türkiye'de yargı tuhaflıkları, yargının içine düştüğü çelişkileri sıralarsak ülke hukukunun düştüğü durumun hukuk açısından utanç verdiğini söylememiz yersiz olmaz. Devlet görevlisi cinayet işliyor, bu görevlinin görevde olması veya olmaması yargı için önemli değildir, hak ihlalinde bulunanın bir devlet görevlisi oluşu, davanın cezasızlıkla sonuçlanması için en önemli bir nedendir. Gerek taşrada gerekse büyük merkezlerde bunu sıklıkla görebiliyoruz. Bir tarafında devletin bulunduğu ya da konu bakımından devletin ilgili olduğu varsayılan hak ihlalleri davalarında verilen kararların büyük bir kısmı, evrensel değerlerden uzak, insani değerlerden uzak, kendi içine kapanık, pısırık, korkak ve aynı zamanda devletçi anlayışın ürünü olduğu, dolayısıyla ulusal üstü insan hakları belgeleri karşısında ihlal ve utanç olduğu, biz biliyoruz da yargıçlarımız neden bilmiyor? Ana dilinde şarkı söyleyeni öldürmek yargıya göre suç değildir: Devlet görevlilerinin ‘hami' olarak gördüğü ‘Yargı tuhaflıkları' ancak Türkiye'de rastlaya bileceğimiz bir talihsizliktir. Türkiye'de yargı, hak ihlallerinde bulunan devlet görevlilerinin sığındığı bir liman olarak algılanmaktadır. Aynı zamanda siyasi kavgalar da saf tutacak kadar hoyrat bir siyasi güç olma yoluna girmiştir. Hoyrat yargının itibarsızlığı bu günden başlamadı, on yıllardan beri süregelen bir itibarsızlık zinciridir bu. Öyle ki, eğlence programlarında ana dilinden bir şarkı söylemenin, bir şarkı istemenin bile yargıya göre bir suç ve ayıp niteliğinde olmalı ki, bu neviden cinayet davaları bile genellikle cezasızlıkla sonuçlanıyor. 1992 yılında İstanbul'da bir eğlence programında Kürtçe şarkı söylediler diye, polis tarafından öldürülen Kemal Karatay ve Ali Haydar Alpdoğan olayında polislere beraat kararı verildi. Son olarak birkaç ay önce Ankara'da eğlenirken, insanlık tarihinin en makul, en insani, en şerefli talebi olan ve bu talebini bir eğlence programında KÜRT'çe şarkı isteyerek dile getiren, Emrah Gezer binlerce katilden biri olan, katil bir polis tarafından öldürüldü. Açılım maçılım hesabı yapanlar, sırf ana dilinden bir şarkı söyledi diye, İstanbul'da 1992 yılında polis tarafından öldürülen Kemal Karatay ve Ali Haydar Alpdoğan davasının akıbetinin ne olduğu konusunu merak ettiler mi? Anadilinden bir şarkı istemenin, bir şarkı söylemenin halen ölümle sonuçlanan bir ülkenin Başbakanı, Bakanı ve yetkilisi olmak nasıl bir duygu olduğunu, hep merak etmişimdir. Hukukun üstünlüğü ilkesi yaşam bulmadan demokrasiyi inşa etmek ve yaşatmak mümkün değildir. Zira, insan hakları ve demokrasi hukukun üstünlüğü ilkesi doğrultusunda yön bulmadıkça, tıpkı hakimin hakime, Mahkemenin mahkemeye, savcının savcıya güvenmediği gibi biz de bunlara güvenmiyoruz. Ülkenin kangren haline gelen problemin esası bu olduğu sürece, daha çok, Baran Tursun'lar,Şerzan Kurt'lar, Emrah Gezer'ler, Resul İlçin'ler, Aydın Erdem'ler, Osman Aslı'lar gibi binlerce çocuklarımızı Devlete ve polise kurban vermeye devam edeceğiz. Sivil Toplum Örgütleri sorunu; Türkiye'de seri polis cinayetleri olurken ve biricik çocuklarımızın yaşam hakları ellerinden alınırken biz aileler olarak neler yapmamız gerektiği konusunun ötesinde yaşam hakkı ihlali konusunda toplumsal tepkileri sorguladık. Polis kurbanlarının ve mağdurların adlarını alt alta yazmaktan, başka bir deyişle mağdurların çetelesini tutmaktan öte, somut, caydırıcı, önleyici, etkin bir eylemelerine rastlamadık. 2 yılda 24'ü karakollarda olmak üzere toplam 84 kişinin polis terörü sonucu katledilmesi, Uygar toplumların örgütlü gücü dediğimiz, hangi sivil toplum kuruluşumuz bunu toplumsal sorun, toplumsal deprem haline getirdi? Bilen varsa söylesin. Uygar toplumların örgütlü gücü dediğimiz STK'lar, Türkiye işçi sendikaları, işveren sendikaları, oda, birlik gibi sivil toplum kuruluşlarımız ve Siyasal Partilerimiz bu nevi yaşam hakkı ihlalleri karşısında neler yaptıkları, projelerinin ne olduğu konusunda bir bilgimiz yoktur, sanırım sizinde yoktur. Toplumun otorize gücü olan bu örgütlerimiz, Devletin kurumsal şidettine ve polis terörüne karşı neler yaptıkları, ilerde neler yapacakları, varsa projeleri eğer, bu projelerini ne zaman yürürlüğe koyacakları, toplumsal güçlerini ne zaman toplumsal başkaldırı ve toplumsal direniş haline getireceklerini çıksınlar anlatsınlar? Acıları dile getirmek bu acıları anlatmak bize düşer. Acıları dile getirmek bize düşer ama bu acılarımızı toplumsal bir örgütlemeyle toplumsal bir direniş, toplumsal bir başkaldırı ve katillerin üzerine toplumsal bir korku haline getirmek de size yani toplumun otorize gücü olan STK'lara düşer. Sivil Toplum Kuruluşları ve bazı Siyasal partilerimiz, politik ve siyasi olaylar neticesinde insan hakkı ihlal edilenler için yüzeysel ölçekli tepkisel eylemlerde bulunsalar da bu caydırıcı güç olmaktan çok uzaktadır. Kurumsal şidette karşı, katiller üzerinde korkutucu ve etkin direniş örgütlenmesi platformları oluşturulmadı, oluşturulanlar da cılız kaldı, caydırıcı güç olmadı, olamadı. Mehmet Tursun / İzmir
|
2566 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |