KÜRTÇE ŞARKI SÖYLEDİĞİ İÇİN BİR POLİS TARAFINDAN ÖLDÜRÜLEN EMRAH GEZER’İN BABASI CEMAL GEZERDevrim Sevimay Soru-Cevap Barda Kürtçe türkü yüzünden başlayan tartışmada eski bir özel harekât polisi tarafından vurulan Emrah'ın babası "İki günde bir elbiseleri ütülenir, asılır.?Çünkü artık biz Kucomuzu ancak böyle sevebiliyoruz" diyor... Önce sizin hikâyenizden başlayalım... Ben Cemal Gezer. 1948'de Silvan'da doğdum, 1991'e kadar Diyarbakır'da yaşadım. Aşiret değiliz, aileyiz. Babamlar, dedemler hep İnönücüydü. Ben de hayatım boyunca kendime hep sosyal demokrasiyi şiar edindim. Hep insan haklarına saygılı bir ülkede yaşamak istedim; hâlâ da istiyorum. Ne iş yapardınız Diyarbakır'dayken? Lise mezunuyum. 1971-82 arasında Toprak Mahsulleri Ofisi Bölge Müdürlüğü'nde memurdum. Servis şefliği, şube müdürlüğü görevlerinde bulundum. Ancak Cumhuriyet gazetesi okumamız, sola yatkın olmamız 1980 sonrasında sorun oldu. İstifa ettim. Zaten istifa etmeseydim, kesin 1402'liktim. Hiç siyasi nedenlerle karakola alınmışlığınız var mıdır? Yok, hiç olmadı. Bölgede olaylar başladıktan sonra nerede durdunuz? Sol görüşlerime ters gelmesine rağmen her Türk insanı gibi biz de "devlettir" dedik. Astığı astık kestiği kestikse de devlete bir zarar gelmesin diye düşündük. Çocukları da o şekilde büyüttük. Memurluktan sonra ne yaptınız? İnşaat işleriyle uğraştım. Diyarbakır Valiliği'nin ufak tefek işleri tercihen bana veriliyordu. Sonra zaten 1991'de Ankara'ya göç ettik. Neden? O yıllarda bölgede çok korkunç katliamlar vardı. Özellikle sol görüşlü insanlar böyle sivrisineğe sıkılan spreyler gibi şapır şapır öldürülüyordu. Şehir merkezinde bile faili meçhul cinayetler işleniyordu. Mecburen çocuklarımı adeta bir fanusun içerisinde büyüttüm, uçlardan ayrı tuttum. En azından bir üniversite mezunu olmalarını istediğim için de kalktık Ankara'ya geldik. Ankara'da ne işle meşgul oldunuz? Ben emlakçılık yapmaya başladım. Büyük oğlum Devrim (1975) Kırşehir'de inşaat teknikerliği, Baran'la (1977) Emrah (1980) açık üniversite, kızım Sema da (1984) Başkent'te İletişim Fakültesi'ni okudu. Mezun olduktan sonra onlar da esnaflığa başladı. 1996'da Karanfil Sokak'ta Baran adında bir türkü evini açtılar. Türkiye'de ilk defa mahalli sanatçıların Kürtçe müzik yaptıkları bir türkü bar oldu orası. Her kesimden insanın buluştuğu bir yerdi. Gazeteciler, siyasetçiler, bürokratlar, hayatında ilk kez bir Kürtçe türkü dinlemek isteyen türkü severler... Hatta sizin eski genel yayın yönetmenlerinizden Mehmet Yılmaz da bir yazısında bizim barı övmüştü. Neydi sizin barın özelliği? Hiçbir yerde Kürtçe türkü çalınamazken bizim barda canlı çalınırdı, ama siyaset yasaktı. Orada ne bu vardı (eliyle zafer işareti yapıyor) ne de bu vardı (bozkurt işareti yapıyor). Kural buydu. Amaç da bir taneydi: Deşarj olmak, halay tepmek. Malum, bizim Güneydoğu halayları çok özeldir, duyan kalkmadan duramaz. 50, 100 kişi... Bayanlar, baylar, yaşlılar, gençler hepsi bir halayda. Rahmetli MHP'li Mehmet Gül'le Sırrı Sakık, Murat Bozlak'ın bile aynı halaya kalktıkları vakidir o barda. Mehmet Gül? Tabii, bizim barda her iki grup da halaya gelirdi, çünkü dediğim gibi, orada siyaset yok, sadece türkü vardı. Adeta bir devr-i Süleyman devriydi o. Nice Türk hanımefendiler, beyefendiler geliyor, "Hadi bize şemmameyi öğretin" diyorlardı. Ama biz de o kadar hassas davranıyorduk ki, mesela bazı Irak orijinli Kürtçe türkülerde "Kürdistan" kelimesi geçiyorsa biz onu "Gülistan" yapıyorduk. Korktuğunuz için mi? Ne münasebet, korkacak neyimiz varmış ki, ama ülkenin barışı için, birliği için, sırf birleştirici olmak adına hassasiyetlere özen gösteriyorduk. Hatta bir keresinde o ünlü Alman Milletvekili Claude Roth gelmişti, kendisine "Türkiye'yi karalamayın. Buranın fotoğraflarını çekip, Avrupa'da gösterin. Bakın burada Kürtçe halaylar tepiliyor" demiştim. İşi biraz da abartıyordum tabii, yoksa o kadar da savunulacak bir yer değildi aslında, üzerimizde sürekli polis baskısı vardı. Ne tür bir baskı? Zamanlı zamansız gelip kimlik yoklaması yaparlardı. Tamamen taciz etmek için. Artık bağışıklık kazanmıştık, ama arada trajikomik hikâyeler de olurdu. Mesela bir gün genç bir komiser, elleri arkasında girdi bara. "Kim buranın sahibi?" dedi. Hemen kalktım, ceketimi ilikledim, "Buyur amirim" dedim. "Kürtçe türkü ruhsatınız var mı?" dedi. Ne dedi? Üstelik polis akademisi mezunu, düşünebiliyor musunuz? Ben şöyle bir baktım, şöyle bir süzdüm, sonra dedim ki "Müracaat ettik, daha çıkmadı." Hemen arkasında üç yıldızlı, alaylı bir komiser daha vardı. Eğildi, kulağına bir şeyler söyledi, baktım, hemen toplanan kimlikleri geri verdiler, çıktılar. Böyle çok olaylar gördük, ama Türkiye ilginçlikler ülkesi; en rahat, en sakin dönemi ne zaman yaşadık biliyor musunuz; DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde. İşte bu hakikaten enteresan. Ama gerçek. O koalisyon herhalde bir uzlaşı ortamı yaratmıştı ki, polis baskısı çok azalmıştı. Hiç kavga çıkmış mıydı? 1996'dan 2005'e kadar sıfır kavga, sıfır bela. 2005'te ne oldu? Artık işleri daha büyütelim dedik, gittik cumhurbaşkanlığı köşkünün altında bir yer açtık, daha açtığımız ilk gece polis geldi, aslında bir eksiğimiz olmamasına rağmen ruhsatı öne sürdü, kapattı. Büyük zarar edince biz de mecbur türkü işini bitirdik, emlakçılığa geri döndük. ‘Saat 12'ye çeyrek var!' Peki geldik 27 Aralık 2009'a... O kara güne...O günün akşamı ben yine burada bir arkadaşımla böyle oturuyorduk. Akşam 9-10 suları... Baktım Emrahım geldi. "Baba" dedi "Vallaha beş yıldan beri görüşmediğimiz bir kız kankam var. Birazdan ablasıyla buraya gelecek" dedi. Ben hep demokratça konuşurum çocuklarımla, "Beni göndermek mi istiyorsun yani?" dedim. "Yok, vallaha baba" dedi, "Yanlış anlama, yemin billah arkadaşımdır. Ben onları kendi odamda ağırlarım, siz gitmeyin. Kızın doğum günüymüş zaten" dedi. Dedim "Ne demek istiyorsun? Size bir de doğum günü pastası mı lazım? Çaylar şirketten midir?" Derken baktım Baran da geldi. Baran da "Yok baba, bizim bacılar. Ben de tanırım" dedi. "E o zaman beni yolculayın, ben gideyim" dedim. Tam çıkacağım, baktım Emrahım tam şu koridorda, ceketini de giymiş geldi. Hep lacivert, siyah giyer, o gün kahverengi giymiş. Öyle yakışmış ki, sanki nur yüzlü olmuş oğlum. Çok enteresan, gündüzleyin gittiği berber de "Emrah Bey bu ne yakışıklılık, kız mı istemeye gidiyorsunuz?" diye sormuş. Emrah, "Yok, ama bu gece herhalde beni istemeye gelecekler" demiş. Malum mu olmuş da bunu söylemiş, bilmiyorum, ama tam ben de çıkmak üzereyken durdum, "Oğlum maşallah ya" dedim, "Dur sana bir maşallah okuyayım." Okudunuz mu gerçekten? O benim dalga geçtiğimi zannetti, halbuki ben içtenlikle yüzüne doğru üç Kulhüvallah bir Elham okudum, maşallah yaptım, "Gel" dedim, elimi şöyle bir sırtına sürdüm, "Allah'a emanet ol" dedim. Demek benim elim ona kurşun oldu. (Emrah sırtından aldığı kurşunla öldü) Herhalde Allah beni sevmiyor. (Burada biraz es veriyoruz karşılıklı, sonra devam...) Benim en büyük huyum çocuklar eve gelmeden asla uyumamaktır. Dışarı ya beraber gideriz ya da onlar kaldıklarında 10 dakikada bir arar, "Neredesiniz, ne yapıyorsunuz" derim. O gece de saat 01.30'da aradım, Baran çıktı. "Baba oturuyoruz, bir iki saat sonra geleceğiz" dedi. Benim de sanki iki gözümün üzerine iki ton ağırlık çöktü birden. Belki de hayatımda ilk kez oğullarım gelmeden gittim uyudum. Nasıl uyandınız? Zavallı anasının feryat sesleriyle. Baran hastaneden bir arkadaşını aramış, arkadaşı sabahın 6'sında gelmiş, baktım bağırmalar çağırmalar, birisi "Cemal kalk" diyor. Ben kalktım, en son komşulardan birinin bir cümlesini duydum, "Hastaneye giderken vefat etmiş" diye, o anda şoka girmişim. Hep saatime bakıyormuşum. Sürekli saatime bakıp "Saat 12'ye çeyrek var, saat 12'ye çeyrek var" diyormuşum. Niye ki? Bilmiyorum, saatim durmuş 12'ye çeyrek kalada, ben de şokta sürekli onu söylüyormuşum. Kendime geldiğimde saat 8'i geçiyormuş. Gerçi üç ay geçti, kendine geldin mi derseniz, hâlâ daha şoktayım. Sizinle şu an konuşuyorum, ama ne konuşuyorum aslında bilmiyorum bile. Bizim günde 15-16 saatimiz ağlayarak geçiyor. Annesi bulaşık yıkarken de ağıt yakıyor, çamaşır yıkarken de ağıt yakıyor, çamaşır asarken de ağıt yakıyor. Mesela güveci biz yasakladık evde. Her pazar ailece evde güveç ve kuru fasulye günümüzdü, artık yasakladık, Kuco (Sevimli, küçük manasında Emrah'ın evdeki adı) olmadan kurufasulye yemeyeceğiz. Büyük oğlumun evi üst katta, üç ay oldu, biz daha alta inemedik. Arada sabahları annesi iner, Emrahımın yeni aldığı bir ayakkabısı vardı, kahverengi, onu cilalar... İki günde bir elbiseleri, gömleği ütülenir, asılır... Çünkü artık biz Kucomuzu ancak böyle sevebiliyoruz, ancak bu kadar yaşayabiliyoruz. Bizler etle tırnak değil, etle kemiğiz Oradaki eski bir özel harekâtçı değil de acaba sıradan, milliyetçi bir genç vatandaş olsa, sizce o da Kürtçeye tahammül edemeyip Emrah'ı vurabilir miydi? Çok, çok zayıf bir ihtimal bu. Bir ülkücü olsa, hatta bir kafatasçı dahi olsa yapmazdı onu. Bakmayın siz Balıkesir'deki, İzmir'deki olaylara, bizi tutan bağlar hâlâ yüzde 90 sağlam ve inanın abartılı bir rakam değil bu. Biz ne isyanları, ne baskıları birlikte atlatmışız, bunu da atlatacağız elbet. Ne zaman ki 1071'de Alparslan gelmiş, o bize "Selamünaleyküm", biz ona "Aleykümselam" demişiz, o gün bugün bir daha kopmamışız. Mesela benim gelinim öz be öz Türk. Bizim için dünyalar bir tarafa o bir tarafa, o kadar seviyoruz onu. Aslında Türkle Kürt etle tırnak diyorlar ya, o da yanlış. Yeri gelir tırnak bile sökülüp atılır. Türkle Kürt etle kemiktir. Birine bir şey olsa diğeri kangren olmaya mahkûmdur. Karakola verilmeden önce rehabilite edilmeliydi Kürt açılımına Polis Akademisi'nde başlandı, beş ay sonra Kürtçe şarkı yüzünden çıkan olayda bir polis oğlunuzu öldürdü. Ne düşünüyorsunuz? Eğer Emrah bir Kürtçe türkü mırıldandı diye öldürülebiliyorsa bence açılım falan yok demektir. Çünkü bu olay münferit, kaza kurşunuyla olan bir olay değil. Kürte, Kürtçeye duyulan bu tepki münferit değil. Yani? Yani Emrah'ı aslında sadece o polis değil, bu sistem öldürdü. O polisin almış olduğu eğitim gereği öldü Emrah. Çünkü ona 10 yıl Güneydoğu'da özel harekât polisi olarak görev yaparken "Öteki dil senin düşmanındır" demişler. Yoksa Kürtçenin öteki dil, öteki dilin de bir düşman dili olduğunu bu çocuk nereden bilecek? Benim Emrahım 29 yaşındaysa bu katil olan çocuk da 32 yaşında, şimdi cezaevinde (Davanın görülmesine 6 Nisan'da Ankara 9. Ağır Ceza'da devam edilecek). Peki neden o katil çocuğun gözünde bütün Kürtler PKK'lı? Sistemin bir sonucu değil mi bu? İkincisi bu polis dağda öldürdüğü her PKK'lı için prim almış, 10 yıl boyunca dağlarda bombasıyla, tüfeğiyle yatmış, şu kadar çatışmaya girmiş, şu kadar köy basmış. Vietnam'dan dönenler 40 yıl sonra bile rehabilite edilirken bu kişiyi Başkent'te bir karakola vermeden önce rehabilite etmek gerekmiyor muydu? Sisteme dair bir diğer eleştirim de polisin korunup kollandığıdır. Demokrasi açılımı varsa, bu kollama işleri niye bitmiyor? Olayların en yoğun olduğu 1996-2004 arasında Kürtçe türkü bar işletmişsiniz, bir olay olmamış, sizce şimdi niye oldu? Çünkü bence açılımdan sonra herkes daha çok milliyetçi oldu. Özellikle Türkler daha çok Türk oldu. Yani benim Türk kardeşlerim affetsinler, ama açılımdan sonra hakikaten bazıları kafatasçı kesildi. Ben onun komşusuyum, kardeşiyim, kirvesiyim, sağdıcıyım, ama bana bile artık böyle kötü kötü bakmaya başladılar. Tahammül mü azaldı? İnsanlarımızı tahammülsüzleştirdiler, ama bunda da benim Batı'daki Türk kardeşimin hatası yok. Zaten o tetiktedir, o zaten tedirgindir. Onun yıllarca çocuğu ölmüş, buna rağmen "Vatan sağ olsun" demiş. Şimdi siz hiç böyle birine Güneydoğu'da yıllarca neler olduğunu anlatmadan onun Habur'u anlamasını bekleyebilir misiniz? Benim kardeşime anlatmadılar ki... Açılım niyeti doğru, ama onu anlatamamak büyük risk. Olay çıkmasın diye cenazeyi Diyarbakır'a göndermedim Cenazeyi hemen aynı gün kaldırmışsınız; niçin o kadar acele ettiniz? Bana dediler ki uçak hazırlandı, ille cenazeyi Diyarbakır'a getireceksin. Benim atalarım, yedi ceddim oradaki kabristanda gömülü, ama ne olduysa o anda Allah bana bir feraset verdi, ben "Oğlumu göndermem Diyarbakır'a" dedim. Neden? Çünkü 3-5 bin kişilik insan topluluğu havaalanında bekliyor. Cenaze gidecek olsa o sayı belki 50 bini bulacak. "Ben bu şovun içine girmem, beni kimse ikna edemez" dedim. Niye o kadar insan toplanmış? Diyarbakır'da 25 yıldır 25 bin tane Emrahlar ölmüş. Orada her yerden daha çok gözyaşı var. Orada daha çok taziye var. "Başkentte, bir Kürt genci, Kürtçe şarkı söylediği için, artı eski özel harekâtçı bir polis tarafından, artı sırtından vurularak öldürüldü" haberi oradaki insanlar için büyük bir tepki yaratıyor. O yüzden karşı çıktınız? Evet, çünkü mademki bu yıl bazı adımlar atıldı, ama ahmakça ama bilinçsizce, bu ortama zarar vermemek, kutuplaşmayı artırmamak gerekir diye düşündüm. Zira biliyorum, cenaze oraya gittiğinde yer yerinden oynayacak, belki kaçırılacak, belki bir Emrah daha olacaktı. İsimleri mevzu değil, legali de geldi, illegali de geldi, "Diyarbakır'daki insanlarımız şehidini istiyor" dediler, ama ben o vebali almak istemedim. "Ben ucuz kahraman değilim" dedim, "Benim elimde su hortumu var, benzin bidonu yok." Peki ertesi günü niye beklemediniz? Çünkü o zaman da kafileler dolusu insanlar gelecekti. Aralarında durumdan istifade etmek isteyenler olacak, her şey birbirine karışacaktı. Olan da yine bana olacaktı. Ben taziyemi bile yaşayamayacaktım. O acılı halinizle bunları mı düşündünüz? Yemin ederim düşündüm. Ve halen o kararımdan ötürü hem eleştiri alıyorum hem teşekkür duyuyorum. Annesinin bile "Bari pazartesi gömelim" demesine karşı çıktım, "Bulduğunuz yere vurun o kazmayı" dedim, akşam 6 olmuş, hava kararmışken biz Karşıyaka‘da toprağa verdik Emrahımı. Niye Kürtçe türkü söylüyorsunuz, PKK'lı mısınız? Olay anı neler yaşanıyor? Çocuklar saat 3'te bizim ofisten kalkıyorlar, bir çorba içelim sonra herkes evine dağılsın, diyorlar. Hoşdere'ye geldiklerinde Baran diyor ki "Ya bizim eski çalışanımız yeni bir yer açmış, gelmişken bir hayırlı uğurlu olsun diyelim." Gittiklerinde bakıyorlar bu polis, o kadın (Sinem Uludağ. Ablası Kumkapı cinayetinden yargılanan Zeynep Uludağ) ve onun ağabeyi. Başka da hiç müşteri yok. Bir süre fasıl, Türk sanat müziği dinliyorlar. O da bitince Emrah kendi aralarında İbrahim Tatlıses'in söylediği bir türkü var ya, Türkçesi "Ceylanım", onun Kürtçesini mırıldanmaya başlıyor. Bunlar birden deli oluyorlar. Sürekli kadın, oğlumu vuran polise bir şeyler diyor. Polis üç-beş kez dışarı çıkıp tekrar giriyor. Zaten mahkemede hâkim sorduğunda da "Kürtçe şarkıdan rahatsız olduğum ve Kürtlerle aynı ortamda bulunduğumuzdan dolayı sinirlerimiz gerildiği için girip çıktım" dedi. Tutanaklara geçti bu ifadesi. Orada bir atışma oluyor mu? Tabii, o kadın "Yine Kürtlerin içerisinde kaldık", "Pis Kürtler", "Kürtçe sizi mi dinleyeceğiz ulan", "Siz PKK'lı mısınız?" gibi şeyler söylüyor. Baran "Tamam Diyarbakırlıyız, Kürtüz, ama PKK'lı değiliz" deyince polis "Bizim olduğumuz yerde Kürtçe şarkı söyleyemezsin, bizim istediğimiz şarkılar söylenecek burada" diyor ve aralarında arbede yaşanıyor. Sonunda mekân sahibi, kadına "Terbiyesizlik yapma" diye bağırıp bu üçünü dışarı gönderiyor. Üç-beş dakika sonra da bizimkiler çıkıyor. Mahkemedeki tutanaklara göre bu üçü taksiye biniyor, sonra polis birden iniyor ve 20 metre ileriden başlıyor ateş etmeye. Sizin oğullarınızda silah var mı? Hiç taşımaz Emrah, ama o gün Emrah'ta silah var. Hatta silah seslerini duyunca o da iki el havaya ateş ediyor, bu sonradan tespit edildi. Ağabeyi ve diğer herkes o sırada yere yatıyor, kimse ateşten kalkamıyor. Bitince Baran kalkıyor, kardeşinin yanına geliyor ki, sırtından vurulmuş, bir başkası da yaralanmış yatıyor. Taksiye bindiriyor hemen, hastaneye çok az kala Emrahım bir kuş olup gidiyor.
|